PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
TAKLİTCİ DEĞİL TÜRKİYE’NİN GERÇEKLERİNE UYGUN BİR ANAYASANIN YAPILMASI
Adnan Küçük
YAZARLAR
15 Mart 2021 Pazartesi

TAKLİTCİ DEĞİL TÜRKİYE’NİN GERÇEKLERİNE UYGUN BİR ANAYASANIN YAPILMASI

 

 

Türkiye’de özellikle Osmanlı Devleti’nin çöküşü sürecinden buyana sürekli reform çalışmaları yapılmıştır. İlk reform uygulamaları askeriyede olmuş, sonraki yıllarda daha başka alanlarda da bugün sayısını bilemediğimiz kadar reform düzenlemeleri yapılmıştır.
Bu reformların geri planında, Batılı ülkelerin açık ara ilerlemeleri karşısında, Osmanlı Devleti’nin her alanda gerilemesi yer almaktadır ve öncelikle bu durumdan kurtulunması amaçlanmıştır. Yapılan reformları lüzumlu kılan sebeplerin anlaşılabilmesi için 18. ve 19. Yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumun çok iyi bilinmesi gerekir.
Osmanlı Devleti’nde, 18. ve 19. Yüzyıllarda, toplumsal, kültürel, iktisadi, siyasî, hukuki, kurumsal vb. çeşitli alanlarda gerileme ve çöküntü görüntüleri meydana gelmiştir. Merkezi otorite iyice zayıflamış, bazı bölgeler koparak bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Merkezi otoritedeki ciddi zayıflamalar devletin bütününde karmaşalara, özellikle yereldeki yönetim birimlerinin başına buyruklukları ciddi manada beka sorunlarına sebep olmuştur. 
Avrupalı devletler sürekli azınlıkları bahane ederek Osmanlı’nın iç işlerine karışmışlar ve dini azınlıklara eşitlik ve güvencelerin verilmesi konularında Osmanlı Devleti’ni sürekli sıkıştırmışlardır. 
Fransız Devrimi sonrasında yayılan milliyetçilik düşüncesi çok uluslu/milletli/ırklı bir yapıya sahip Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü tehlikeye düşürmüş, bu akımın etkin tetiklemeleriyle çeşitli bölgelerde isyanlar artmış, iç huzursuzluklar had safhaya çıkmıştır.
Batıdaki bu ilerleyişin temel dinamiği ve ruhu olarak “pozitivizm” kabul edilmiştir. En azında bizde çok etkili bazı çevrelerde bu yönde kesin bir inanç ve kanaat belirmiştir.
Ülkemizde yapılan reformlarda iki temel unsurun belirleyici olduğu söylenebilir.
Birincisi, harici devletleri tatmin etme çabaları. 
Batılı güçlerin özellikle dini azınlıklara yönelik politikaları, Osmanlı Devleti yöneticilerini arayışlara itti. Her ne kadar 1808 Sened-i İttifak genellikle iç dinamiklerin zorlamalarıyla, merkezi otoriteyi kısmen de olsa güçlendirmek amacıyla yapıldıysa da, Tanzimat Fermanında da, Islahat Fermanında da harici etkileşimleri ve harici güçlerin tatmin edilmesi çabalarını açıkça görebilmek mümkündür. 
Nitekim Tanzimat Fermanı, 03.11.1839 tarihinde Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Mustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane’de Osmanlı Devleti’nin ileri gelenleri (bakanlar, ulema, askeri ve mülki erkân), Rum ve Ermeni Patrikleri, Yahudi Hahamı, yabancı devlet temsilcileri, esnaf teşkilatı temsilcileri ve halktan oluşan bir kalabalık önünde okunarak yürürlüğe girdirildi. 
Benzer şekilde Islahat Fermanı da, 18.02.1856’da Bab-ı Âlî’de, bütün bakanlar, üst düzey memurlar, Şeyhü’l-İslâm, patrikler, haham başı ve cemaatlerin ileri gelenleri huzurunda okunarak ilân edildi ve Paris Antlaşmasını hazırlayan devletlerin de bilgisine sunuldu.
Osmanlı-Türk hukuk tarihinin Batılı anlamda ilk yazılı Anayasası olan 1876 Ta¬rihli Kânûn-ı Esâsî, Rusya, Polonya, Fransa ve 1831 Belçika Anayasalarından istifade edilerek hazırlandı. 
İkincisi, kurumsal, hukukî, kültürel, iktisadî vb. alanlarda topyekûn gerileme ve çöküntü içerisinde olan Osmanlı Devleti’nde, bürokrasi ve aydınların, kurtuluş ve ilerleme için Batılı değerleri ve kurumları esas almaları. 
Yapılan çeşitli hukukî düzenlemelerle diğer reformlarda bu yönelimin birinci derecede etkili olduğu söylenebilir.
Burada bir sosyolojik belirleme yapmak isterim: 
“Geri kalan toplumlar, gerilikten kurtularak ilerleyebilmek için, kendilerinden daha ileri olan toplumları, farklılıkları da göz ardı ederek, kendilerine rehber edinirler, tabiri caizse onlara öykünürler”.
Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında yapılan reform çalışmalarıyla bu belirlemenin büyük ölçüde doğrulandığı söylenebilir.
Burada, gözü kapalı olarak, toplumun iç dinamikleri değişen ölçülerde göz ardı edilerek başta hukukî alanlar olmak üzere çok çeşitli alanlarda reformlar yapıldı.
19. Yüzyılda Batı medeniyetine meftun olanlara ilişkin şu değerlendirme yapılır: 
“Batıcı aydınlar; kendi milletinin ahlâkî değerlerine, sosyal ve siyasî hayatına yabancı kaldıklarından / bilmediklerinden, bunları küçümserler. Kendi toplumlarının cahili olan Batıcılar, Batı’dan edindikleri fikir ve değerler çerçevesinde yeni bir toplum oluşturmayı hayal ederler. Batı kültürünü ayniyle kendi toplumlarına aktarmak isteyen aydınlar için bir milletin saadet derecesi; ‘Batı’ya olan benzerliği’ ile ölçülmektedir”.
Cumhuriyet döneminde, “Batılı ligde yer almak, Batılı kültürle donanımlı bir toplum inşa etmek ve bu yolla gerilikten kurtulmak” amacı çok daha belirgin şekilde kendini gösterdi. Medeni Kanun’dan, Borçlar Kanunu’na, Ceza Kanunundan diğer kanunlara varıncaya kadar, temel kanunların büyük ekseriyeti, Batılı ülkelerden aynen tercüme edildi.
Toplumu kökten dönüştürmeyi amaçlayan bu kapsamlı reformlarla Batılı Değerlerin toplumumuza kazandırılması amaçlandı. 
Bu çabalarda, Batılı ülkeleri taklit ve öykünmenin en üst düzeye çıktığı görülmektedir. Bu yöndeki yapılanlar kapsamında, ülkemizdeki kültürel, hukukî, toplumsal vb. yapıların pozitivist temelli değerlerle dönüştürülmesi, jakoben tekniklerle yukarıdan aşağıya seküler bir toplum inşa edilmesi amaçlanmıştır. Kısaca halka rağmen halkçılık politikası benimsenmiştir.
Bütün bunlar yapılırken, bu dönüşümü sağlamayı amaçlayan vesayetçi bir yapı da ortaya çıktı. Bu yapı, “Cumhuriyetin kazanımları” adı altında, çoğu kereler demokrasi ve halkın iradesini öteleyen kurumsal ve hukukî yapıyı koruma misyonunu üstlendi. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 vb. tarihlerde gerçekleştirilen askeri müdahaleler, bu otoriter vesayetçi anlayışla meşrulaştırılmaya çalışıldı.
Taklitçi ve öykünmeci anlayışın otaya çıkardığı ve vesayetçi yapı tarafından da mutlak olarak koruma altına alınan anayasal değerler şu şekilde özetlenebilir:
Cumhuriyet mutlak bir değerdir. Cumhuriyeti tamamlayan en temel değer laikliktir. Burada sözü edilen laiklik, demokratik pasif laiklik değil, din ve vicdan hürriyetinin alanını maksimum düzeyde daraltan, pozitivizm temelli, otoriter, militan dışlayıcı laikliktir. Bu tür laiklik uygulamasından dindarlar aşırı derecede örselendiler. Yoğun devlet-toplum çatışmaları yaşandı. Otoriter, militan dışlayıcı laik Cumhuriyet, demokratik iradeye karşı koruma altına alındı. Demokrasi hürriyetçi kimliğinden uzaklaştırılarak militanlaştırıldı. Kısaca, otoriter, militan dışlayıcı laik Cumhuriyetin korunması adına hürriyetçi demokrasiye kıyıldı. Bu rejimin temel vasfını otoriterlik teşkil etmiştir. Hukuk devleti, sosyal devlet, insan hakları, bu otoriter yapıya göre şekillendirildi. Gerek 1961, gerekse 1982 Anayasalarında, hürriyetçi demokrasiyi budayacak şekilde askeri vesayeti kurumsallaştıran yapı tesis edildi.
Türkiye’nin Demokratik Hukuk Devleti Yönündeki Yeni Kazanımları
Türkiye’nin bu otoriter kimlikten kurtulması icap ediyor. Otoriter vesayetçi yapı ile demokrasiyi ilerletebilmek mümkün değildir. Nitekim son yıllarda, vesayetçi yapıyı geriletici yönde ciddi adımlar atıldı. Hem anayasal ve kanuni düzenlemelerde hem de yargısal içtihat değişikliklerinde bunları görebilmek mümkündür. 
Önce Anayasa Mahkemesi (AYM), kamuoyunda 4+4+4 kanunu olarak bilinen 30.03.2012 tarih ve 6287 sayılı Kanun’un bazı maddelerinin iptali talebiyle açılan davanın reddine ilişkin kararında laiklikle alakalı radikal dönüşüm yapan aşağıdaki kararı verdi: 
“Laikliğin tarihsel gelişimi incelendiğinde, din olgusuna yönelik yaklaşım farklılıklarına bağlı olarak, kavramın iki farklı yorumu ve uygulamasının bulunduğu görülmektedir. Bunlardan, katı laiklik anlayışına göre din, bireyin sadece vicdanında yer bulan, bunun dışına çıkarak toplumsal ve kamusal alana kesinlikle yansımaması gereken bir olgudur. Laikliğin daha esnek ya da özgürlükçü yorumu ise dinin bireysel boyutunun yanında aynı zamanda toplumsal bir olgu olduğu tespitinden yola çıkmaktadır. Bu laiklik anlayışı, dini sadece bireyin iç dünyasına hapsetmemekte, onu bireysel ve kollektif kimliğin önemli bir unsuru olarak görmekte, toplumsal görünürlüğüne imkân tanımaktadır. Laik bir siyasal sistemde, dini konulardaki bireysel tercihler ve bunların şekillendirdiği yaşam tarzı devletin müdahalesi dışında ancak, koruması altındadır. Bu anlamda laiklik ilkesi din ve vicdan özgürlüğünün güvencesidir” (Esas 2012/65, Karar 2012/128 Sayılı, KT: 20.9.2012).
Bu ve müteakip yıllarda verdiği muhtelif kararlarıyla, AYM, artık din ve vicdan hürriyetinin alanını maksimum düzeyde daraltan, pozitivizm temelli, otoriter, militan dışlayıcı laiklik anlayışı yerine, din ve vicdan hürriyetinin alanını genişleten demokratik pasif laiklik görüşünü benimsemiştir. Kısaca bilginin referansını, dinî ve İlahî temelli olmaktan çıkarıp, tamamen beşerî-bilimsel-rasyonel bir temele oturtulmak isteyen, iman ve inanç yerine, aklın hâkimiyetini esas alan, insana, insan aklına, beşerin ebedi tekâmülüne inanarak, laikliği tabiatçı felsefi bir anlama büründüren felsefi manada laikliğin yerini, din ve vicdan hürriyetine diğer hak ve hürriyetler kadar güvenceler sağlayan hukuki anlamda laiklik almıştır.
Sonra, Danıştay 2013 yılından itibaren verdiği muhtelif kararlarında, AYM’nin E. 2012/65, K. 2012/128 Sayılı kararına da referans yaparak, laikliği, demokratik pasif laiklik şeklinde yorumlayarak başörtüsüne serbesti sağlayacak yönde çok sayıda kararlar verdi. 
Bu durumda, laiklik anayasal demokrasi ile uyumlu hale gelince, din ve vicdan hürriyeti konusunda önemli rahatlamalar sağlanmış oldu.
Diğer yandan asker-siyaset ilişkileri, büyük ölçüde demokratik sistemle uyumlu hale getirildi. Bu iyileştirmeler, askeri vesayetçileri büyük ölçüde geriletmiş durumdadır. 
2017 Anayasa değişikliği ile benimsenen başkanlık (Cumhurbaşkanlığı) hükümet sistemi de, yasama ve yürütme kuvvetlerinin her ikisinin de doğrudan halk tarafından seçilmesi bakımından daha demokratik bir görünüme kavuşturulmuş oldu.
En sorunlu alan, bütünlüğünü kaybetmiş, kendi içinde çelişkili hükümlerin yer aldığı Anayasanın hala darbeci kimliği ve vesayetçi otoriter ruhu ile varlığını sürdürüyor olmasıdır. 
Yeni Anayasanın Türkiye’nin Gerçekliğine ve Demokratik Birikimlerine Uygun Olarak Yapılması
Burada bir söze yer vermek isterim: “Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay verir”.
Kuş yavrusuna kay verir. Kay, “kusmuk, ağızdan çıkan hazmolmamış gıdâ maddesi” demektir. Bunlar, bazı kereler yavruların bünyesine zarar verebilir, hazımsızlıklara ya da zehirlenmelere, yavruyu besliyeyim derken onun ölümünse sebep olabilir.
Koyun ise, kuzusuna, hiçbir zararı olmayan, kuzu için hazmı en uygun olan sütü verir. Bu sütler, tamamen besleyicidir ve kuzulara kesinlikle zarar vermez.
Bu sözü, konumuzla alakalı olarak şu şekilde anlamlandırabiliriz: Bir ülkede, kültürel, ahlaki, siyasi, kurumsal, sistemsel vb. alanlarda yabancı ülkelerden aynen iktibasların yapılması, o ülkenin çeşitli şartlarına bağlı olarak, kuşun yavrusuna verdiği “kay”a benzer şekilde bazı zararlı sonuçların ortaya çıkmasına sebep olabilir. Bu sebeple, bu alanlarda ihtiyaç halinde, bunların yabancı ülkelerden aynen alınması yerine, bunlardan istifade edilerek, Türkiye’nin şartlarına uygun hale dönüştürülmesi gerekir. Burada aynen iktibas yerine, esinlenme yoluyla Türkiye’nin şartlarına uyarlama söz konusu olmalı. Tıpkı koyunun yediği gıdaları aynen değil de, hazma en uygun hale getirerek yavrusuna süt vermesi gibi bir durum olmalı. Aksi halde, toplumsal sarsıntılar, arızalar, hastalıklar ortaya çıkabilir.
Yeni Anayasa yapımı ve hükümet sistemi konusunda da benzer bir yol izlenmeli. Bu sebeple, yeni Anayasa yapılırken ölçütümüz, mutlak olarak, taklitçi ve öykünmeci bir şekilde ne Almanya, ne de ABD ya da bir başka ülke olmalıdır. Temel ölçütümüz, Türkiye’nin reel siyasi ve kültürel gerçeklikleri olmalıdır. Kısmen bu ülkelerden esinlenilebilirse de, tek ölçüt bu ülkelerdeki anayasal sistem olmamalı. Nasıl Amerika’daki hükümet sistemi Amerika’nın kendine mahsus şartlara, Fransa’daki yarı-başkanlık sistemi bu ülkenin şartlarına göre hazırlandıysa, Türkiye’deki hükümet sistemine ilişkin hükümler de Türkiye’nin reel şartlarına göre belirlenmeli, diğer konularda da benzer durum söz konusu olmalıdır.
Takriben yüz küsür yıllık tecrübeler göstermiştir ki, Türkiye’de parlamenter sistem uygulamaları sürekli sorunların yaşanmasına sebep olmuştur. Yürütme içindeki iki başlılık ve koalisyon temelli sorunlar sebebiyle, bu sistemin Türkiye’nin siyasî kültürel şartları ile uyumlu olduğu söylenemez. Bu sebepledir ki, hükümet sistemi olarak, 2017 Anayasa değişikliği ile anayasal sistemimize giren ve Türkiye’nin siyasi kültürel şartlarına uygun şekilde belirlenecek olan “başkanlık sistemi” tercih edilmelidir.
“Efendim, Amerika’da Başkan’ın atadığı bakanlar Senato’nun onayına tabidir, bizde de Cumhurbaşkanının atadığı bakanlar TBMM’nin onayına tabi olmalıdır, aksi halde başkanlık sistemi kalmaz, denge fren mekanizması bozulur” diye öneride bulunanlar olabilir. 
Bu öneri dikkate alınabilir mi? Elbette ki dikkate alınabileceğini savunanlar olabilir. Ama bu önerinin kabul edilmesi halinde Türkiye’de sistemin kilitlenme ihtimali ortaya çıkar. “Birleşik hükümetler” (Meclisteki çoğunlukla Cumhurbaşkanının aynı siyasi eğilimde olması) döneminde Cumhurbaşkanı kabinesini kurma konusunda sorun yaşamayabilir. Ama “bölünmüş hükümetler” (Meclisteki çoğunlukla Cumhurbaşkanının farklı siyasi eğilimde olması) döneminde Cumhurbaşkanının kabinesini oluşturabilmesi imkansızlaşabilir. Çünkü Türkiye’de parti disiplini söz konusu olduğu ve çoğunluk ta Cumhurbaşkanından farklı siyasi eğilimdeki partilerde olduğu için, Cumhurbaşkanı kabinesini bile kuramayabilir. Benzer durum üst düzey atamalar için de söz konusu olabilir. Bu durumda sistem çöker. Bir hükümet sistemi benimsenirken, amaç sistemi çökertmek değil, işler bir sistem kurmaktır. Nitekim başkanlık sisteminin uygulandığı bazı ülkelerde de Türkiye’dekine benzer uygulamalar vardır.
Türkiye’nin kendi siyasî kültürel şartlarına göre kabul edilen bir diğer anayasal düzenleme de seçimlerin birlikte yenilenmesidir. Her ne kadar bu hüküm, ABD ve saf başkanlık sisteminin tali gereklerinden biri olan fesih ve azil yetkilerinin mevcut olmaması kuralı ile çelişmekte ise de, bu kuralın ihlali, sistemi başkanlık sistemi olmaktan çıkarmaz. 
Diğer yandan, seçimlerin birlikte yenilenmesi, sistemin demokratik zeminde işlerliğini sağlayan bir hükümdür. Amerika’da bu yönde bir hükmün olmaması, bu ülkedeki siyasî kültürel şartlarla alakalıdır. Amerika’da katı ideolojik ayrışma ve sıkı parti disiplini olmadığı için, “bölünmüş hükümet”ler döneminde katı bir yasama-yürütme çatışması yaşanmıyor, bu yolla sistemsel tıkanmalar meydana gelmiyor. Özellikle baskı ve çıkar grupları ile Lobby kuruluşlarının devreye girmeleriyle yasama-yürütme ilişkileri mecrasına girdiriliyor. Türkiye’de ise bölünmüş hükümetler döneminde Cumhurbaşkanının etkinliği sıfıra yakın hale getiriliyor. Sıkı parti disiplininin mevcut olduğu ülkemizde, Cumhurbaşkanına muhalif milletvekillerinin çoğunluğa sahip olduğu Mecliste, Cumhurbaşkanının Meclise rağmen bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi çıkarabilmesi mümkün değildir. 
Bu durumda, Cumhurbaşkanı ile Meclis arasında iki seçenek ortaya çıkacaktır: Ya taraflar uzlaşacaklar ya da seçimlerin birlikte yenilenmesi yolunu tercih edeceklerdir.
Uzlaşının sağlanamadığı bölünmüş hükümetler zemininde yasama-yürütme ilişkilerinde maksimum düzeyde yaşanabilecek gerilim durumlarında demokrasi harici yollara sapılmasının önlenmesi ya da bu gerilimin sistemi tıkaması sebebiyle yaşanması muhtemel ekonomik, siyasi vb. ağır bedellerin önlenmemesi için, TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birlikte yenilenmesi usulü benimsenmiştir. Buna kısaca “başkanlık sisteminin rasyonelleştirilmesi” de denilebilir.
Bu ve benzeri konularda, Türkiye’nin kendine mahsus şartlar dikkate alınarak yeni anayasa inşa edilmelidir. Aksi takdirde, sadece Amerika’ya mahsus olan ve bu ülkenin siyasî kültürel şartlarında başarılı olan bazı uygulamaları Türkiye’ye taşımak, şayet bizim siyasî kültürel şartlarımızla uyumlu değilse, başarısızlıklara ve sistemsel sorunlara sebep olabilir.
Ülkemize mahsus şartlara göre belirlenecek olan ve çoğulcu anayasal demokrasi ile de çelişmeyen bu hükümler yanında, bugüne kadarki önemli anayasal birikimlerimizle uyumlu olacak şekilde şu temel hükümler de yeni Anayasada yer almalıdır. 
Cumhuriyet mutlaka muhafaza edilmeli ve demokrasi ile tamamlanmalıdır. Cumhuriyet-demokrasi ilişkilerinde belirleyici olan demokrasi olmalı, Cumhuriyetin otoriterleşmesine kapı aralayacak hükümlere yeni Anayasada asla yer verilmemelidir. 
Demokrasi ile hukuk devleti bütünleştirilerek anayasal devlet ve anayasal demokrasiyi inşa eden hükümler yeni Anayasada yer almalıdır.
Temel hak ve hürriyetler, anayasacılık düşüncesi ve anayasal devletle uyumlu şekilde, hürriyet kural sınırlandırma istisna ilkesine uygun olarak güvenceli şekilde düzenlenmeli.
Özellikle 15 Temmuz ihanet kalkışması sonrasında yapılan anayasal ve kanuni düzenlemelerle asker siyaset ilişkilerinde askeri vesayete son veren ciddi ilerlemeler sağlandı. Yeni anayasa bu müktesebatla uyumlu olmalı, askeri vesayete kapı aralaması muhtemel olan bütün hukukî ve kurumsal uygulamalara yeni anayasada yer verilmemelidir. 
Anayasada dışlayıcı otoriter militan laikliğe kapı aralayacak düzenlemelerden mutlaka kaçınılmalıdır. Burada temel değer “din ve vicdan hürriyeti”nin korunması olmalıdır. Devlet, sadece dinlere karşı değil, hem dinlere, hem de siyasi/felsefi düşüncelere karşı tarafsız olmalı, bu kapsamında, kamusal ve sivil hayatta ve eğitim alanında, tek belirleyici seküler temelli politikalar olmamalı, tarafsızlık ilkesi ile uyumlu şekilde dinî referanslı politikalara da yer verilmeli. Mesela, evrim teorisi okutuluyorsa, beraberinde mutlaka yaratılış modeli de öğretilmelidir. Burada her ikisini de öğrenen öğrenciler, kendi tercihlerini yapacaklardır.
Anayasanın ruhunu, otoriter kimliğe sahip ve sınırlı bir çoğulculuğa izin veren belli bir resmî ideoloji değil, çoğulcu temele sahip anayasal demokrasi ve anayasal devlet teşkil etmelidir. Anayasal demokraside, iktidar kadar muhalefetin hakları da teminat altındadır. Kısaca, çoğunluğun, azınlığın haklarına zarar vermesi muhtemel olan mutlak üstünlüğü yerine, toplumdaki bütün kesimlerin haklarının teminat altında olduğu bir anayasa olmalıdır.
Bu durumda, Anayasada, hem ileri demokrasilerde mevcut olan anayasal ilkelerle uyumluluk sağlanmış olacak, hem de ülkemize mahsus siyasî, kültürel vb. şartlarla uyumlu olarak işler bir sistem kurulmuş, alınacak anayasal önlemlerle, sistemsel tıkanıklıkların, anayasa ve demokrasi harici yollara sapılmaksızın, demokrasi içinde çözülmesi yolu aralanmış olacaktır. Bu şekilde, Türkiye’de sistemsel tıkanıklıklar sebebiyle yaşanabilecek neticesiz efor sarfiyatlarının önüne geçilebilecektir. 
Kısaca ifade etmek gerekirse, hem Türkiye’nin kendine mahsus ihtiyaçları ile hem de evrensel değerlerle uyumlu olan, sistemsel tıkanıklıkları aşıcı formülasyonları içeren bir Anayasa Türkiye’nin geleceğini teminat altına alacaktır. Artık darbeler dönemi sona erecek, daima işleyen bir demokrasi düzeni kurulacak, ideolojik saiklerle demokrasinin otoriter cumhuriyetçiliğe ve otoriter laikliğe feda edilmesi uygulamaları son bulacaktır. Anayasal demokratik cumhuriyetle yoluna devam edecek olan Türkiye’nin önü tamamen açılacaktır. Türkiye artık bu ideali yakalayacak birikime sahiptir, buna mâni olanlar saf dışı kalacaktır.

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Facebook Twitter Instagram Youtube
GÜNCEL SİYASET DÜNYA MEDYA MAGAZİN SPOR YAZARLAR RÖPORTAJLAR PORTRELER ANKARA KULİSİ FOTO GALERİ VİDEO GALERİ KÜLTÜR SAĞLIK EKONOMİ TEKNOLOJİ ANALİZ TEKZİP
Masaüstü Görünümü
İletişim
Künye
Copyright © 2024 Turktime