‘Çözüm süreci’ vardı o zaman, genelde olduğu üzere yine bir türlü ortasını tutturamamıştık, en hümanistimiz bile şaşıp kalıyordu olup bitene.. Her türlü milliyetçilik sayın Başbakanımızın ayaklarının altındaydı, beşeri medeniyette Avrupa ülkelerine tur bindiriyorduk, Türkiyeli olduk bi’ ara misal; Bursalı, Afyonlu, Karslı gibi..
Çadır mahkemeleri kurulmuş, Devlet dairelerinde TC ibaresini kaldırma işi ilk sağlık ocaklarına verilmiş, ama henüz Diyarbakır’da megri megri türküsü söylenmemişti..
Coşkuyla kutlanan resmi bayramların yönetmeliğinde değişikliğe gidilmiş, stadyumlardan kapalı salonlara tıkıştırılmıştı istiklalimizin temelleri.. Dünyanın tarihini değiştiren, bizatihi kaderimizi şekillendiren, Atatürk’ün milletine hediye ettiği 19 Mayıs Bayramı, Cumhurbaşkanlığı makamından devlet protokolünün bilmem kaçıncı sırasındaki bakanlığa devredilmiş, teşekkür etmek için Atatürk’ün huzuruna çıkan heyete Suat Kılıç başkanlık etmişti.
O sıra ‘yeryüzünü mayalıyordu’ herifin biri, organizasyonunun yüzü suyu hürmetine Devletin darphanesinde adına para basılıyordu.. ‘gönlümüz buruk hocam, gözümüz yaşlı’ diye höykürüyordu sabah programı sunan adamın biri..
Ergenekon adı verilen kumpasın pençesinde kıvrandırılıyordu memleketin suçsuz günahsız evlatları.. Sibel Ünli yemek kartında bir buçuk lirayla denize bırakmasın diye ömrünü; dernek kuran, son nefesine kadar mücadele eden Türkan Saylan’ın evine sabahın köründe baskın düzenleniyordu..
YGS sınav kitapçığında şifreleme iddiaları sorusuna ‘Bu konuyla ilgili şahsi bir fikrim yok’ diyen Bülent Arınç’ın, Vardar Ovası türküsünde geçen ‘rakı’dan haberi vardı ve birkaç sene sonra bir toplantıda söylemek isteyen kadına ‘onda rakı falan geçiyor, ben yokken söyle onu’ diyecekti.
Üç ay sonra üniversite hayali kuran pırıl pırıl çocukların hakkı çatır çatır yeniyor; hayallerini, eğitimlerini, geleceklerini istemek gayesiyle toplanıp ‘duyun bizi’ diyorlardı.. ‘cemaat yandaşı olmadığımız için mi şifreden haberimiz yok’ ‘mod medyan değil, hodri meydan’ ‘ösym bir kere de hak yeme’ pankartları taşıyan gençler Sakarya caddesindeki Maltepe dershanesinin önünde durup, ‘işte burası, şifre yuvası’ diye slogan atıyorlardı..
15 - 16 yaşında gençlerin bildiği işi sayın hükümet yetkililerimiz bilmiyor, bilmediği gibi ‘acaba’ bile demeye tenezzül etmiyor, cansiperane savunuyorlardı.
Bütün bunların bazıları olmuş bitmiş, bazıları da olmaya devam ediyorken Taksim Gezi Parkı’nda beş ağaç kesilmiş bir gece vakti; rüzgârın şiddeti bahane edilmiş bir avm uğruna, kıymışlar dallara ağaçlara.. Susmak mı gerek? Kayıtsız kalıp, adam sende demek mi gerek? Görmezlikten gelmek mi gerek? Elbette değil.. Ne var ki; ver sırtını Karadeniz’e, duldala gözlerini güneşe karşı ellerinle, şöyle bir süz yamaçlarını Akdeniz’in, kalbura dönmüş.. ‘Ekmek çarpsın taş koymayacağız’ denilen yerlerin alayı otel.
Demem o ki; onlar İstiklal’de biz Ankara’nın muhtelif semtlerinde yürüyorduk.. Asla 28 ağacın akıbeti için değildi salt, zaten topçu kışlasını henüz duymuş on binlerdik.
‘onlar’ diyordu Başbakanımız tarafı olmayanlardan bahsederken ‘bunlar’ diyordu.. Biz, ‘şunlar’ olmaktan hiç haz etmemiştik..
Biz ‘anayasa yapan iki ayyaş’ lafına pek içerledik de yürüdük; ağlıyorduk, ağacın yağmurunu yaşımıza bahane ettik.
‘Bizi ötekileştirme sayın hükümet, farket bizi, ayrıştırma bizi’ demek için caddelerde filizlendik..
Berkin’imiz vardı, gül gibi Elvan’ımız.. Ali’miz vardı İsmail’imiz korkmazdı. Döve döve soldurulmamış tomurcuk çiçeklerimiz vardı..
‘Mustafa Keser’in askerleriyiz’ yazılmamıştı daha meskun mahallerin duvarlarına. ‘Çare Drogba’ da yoktu henüz görünürde, yakılmamıştı o zaman çadırları gençlerin, cop değmemişti bellerine..
Ben insan denen canlının isterse iyi bir varlık olabileceğine şahit oldum yürürken gezide; ekmeğini paylaşabileceğini, utanmadan şiir okuyabileceğini, doksan yaşında bir kadının şarkı söyleyebileceğini, şunu da kuşlar yesin diye lokmanın eksiltilebileceğini, ömründe ilk defa gördüğü birine güvenebileceğini gördüm ben gezide.
‘Memleketim! Ne kasketim kaldı senin ora işi / Ne yollarını taşımış ayakkabım / Son mintanımda sırtımda paralandı çoktan / Şile bezindendi / Sen şimdi yalnız saçımın akında / Enfarktında yüreğimin / Alnımın çizgilerindesin memleketim / dediğinde bir ihtiyar, bağdaştım, sırtımın bir çam ağacı gövdesine dayalı olduğunun çok sonra farkına vardım. Sonra Nazım’ın dedikodusunu yaptık, bahtiyardık..
Bunalmıştık, hava da güzeldi be Reis, derin nefes alıp verdik, halay çektik, şiir okuduk, türkü söyledik.. Ne bir haram yedik, Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun deyimiyle, ne cana kıydık, ekmek gibi temiz, su gibi aydındık..
İzmir’in dağlarında çiçeklerin açtığına şahit olduk, ne güzel doğdu o altın güneş, meftun olduk..
Tertemizdi yürüyüşümüz; insan gibi yasal haklarımızı kullandık, yasa dışı işlere bulaşmadık, hakarete yüz vermedik; kızcağızın biri ‘ıslak banyo terliğine çorapla basasın RTE’ diye beddua etti bir tek; o da hoş görülür, ne olur sanki tutsa, değiştiriverilir çorap hallolur..
‘yaşasın tam bağımsız kuru kahveci Mehmet efendi’ yazıyordu çocuklar duvarlara, polislere de sitem ediyorlardı arada ‘ya ameliyatlı yerime gelseydi..’ yazıp kaçarak..
Zeka parlıyordu caddelerde sokaklarda, yetenekler gün gibi çıkıyordu ortaya; eğlenerek protesto edebilecek medeniyette olduğumuzu ispatlamaya ramak kalmışken dünya aleme, İstanbul’da yasa dışı örgütler peyda oldu, ayrıştıramadı oradaki saf çoğunluk, beceremedi bunu.. Keyfi kaçtı masum eylemin.. AKM’nin duvarları camları kirlendi sonra..
Bunun asıl mahkemesini şaşmaz terazili tarih yapacaktır, yapar..
Bizim buralarda durumlarsa şimdilik şöyle, Osman Kavala gezi eylemleri davasından tahliye edildi, 15 Temmuz darbe girişimini planlamaktan yatıyor. Kadir Topbaş’ın damadı Ömer Faruk Kavurmacı, feto örgüt üyeliğinden 8 yıl 9 ay ceza yedi; dışarıda şimdi, northern lite caramel cooler içiyor..
Birleştir bizi Reis